“(Habîbim!) Biz Nûh “a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi Sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhîm’e, İsmail ‘e, İshâk ‘a, Ya”kûb”a, esbâta (torunlara), îsâ’ya, Eyyûb’ a, Yûnus’ a, Hârûn’ a ve Süleymân”a vahyettik. Dâvûd’ a da Zebûr”u verdik.” (en-Nisâ, 163)
HZ. YUNUSSUN (A.S) kavmi Ninova ahâlîsi, putlara ve heykellere tapıyorlardı. Çok zâlimdiler. Yûnus -aleyhisselâm-tevhide dâvet etmeye başlayınca, kendisine sâdece iki kişi îmân etti. Biri âlim ve hakîm, öteki âbid ve zâhiddi. Diğerleri Hazret-i Yûnusa: “-Aram ızda bu kadar kâhin,
âlim ve sanatkârlarımız varken, sen tek başına ortaya çıkıyor, atalarımızın yolunun yanlış olduğunu söylüyorsun! Tanrılarımızı inkâr ediyorsun! Sen, kimsenin alışkın olmadığı hükümlerle ayağımızı mı bağlamak istiyorsun?!” dediler. Ancak bu sözlerle de yetinmeyip Yûnus -aleyhisselâm-’ a türlü ezâ ve cefâda bulundular. Hazret-i Yûnus ise, onların yaptıklarına tahammül ve sabır gösteriyor, kendilerini yine merhametle tevhide dâvet ediyordu. Allâh’ın azâbının çetin olduğunu hatırlatıyordu. Fakat onlar, bu ikazlara gülüp geçtiler: “-Bir kişinin hatırı için azap gelip herkesi mahvedecekse, müsâade et bu azap gelsin!” dediler. Yûnus -aleyhisselâm-, kavminin küfürdeki bu inatçı hâllerine son derece üzüldü. Daha fazla dayanamayıp, bi izn-i İlâhîyi beklemeden aralarından ayrıldı. Yolda iken Cenâb-ı Hak vahyetti: “Ey Yûnus! Geri dön; kırk gün daha onları îmâna dâvet et!” Bu emir üzerine Yûnus -aleyhisselâm-, tekrar kavminin yanma döndü. Allâh’ın emir ve azâbını haber verdi. Yine uslanmadılar. Vadedilen günlerden otuz yedi gün geçtiğinde, kavmi hâlâ îmâna gelmemişti. Hazret-i Yûnus: “O hâlde üç güne kadar başınıza gelecek olan azâbı bekleyin! Bunun alâmeli olarak da önce benizlerinizin sarardığını göreceksiniz!” dedi ve yine emr-i İlâhîyi bekleyemeden büyük bir üzüntü ile aralarından ayrıldı. Bu terk ediş, ne İlâhî vazifeden kaçma, ne de bu vazifeyi verene baş kaldırmaydı. Sâdece yüce dâvete uymayan âsî bir kavimden uzaklaşmaydı. Derken Yûnus -aleyhisselâm-’ın haber verdiği gün gelip çatmıştı. Azâbın habercisi olarak da bütün Ninovalıların benizleri sararmış ve renkleri uçuklaşmıştı. O an herşeyi anladılar. Birbirlerine: “-İşte Yûnusun haber verdiği azap alâmeti! Biz O nun bugüne kadar yalan söylediğini hiç görmedik.” diyerek gelen azaptan büyük bir korkuya kapıldılar. Gökyüzü kararmaya başladı. Herkes feryâd hâlindeydi. Çâresizce bir ümit kapısı aradılar. Birbirlerine: “-Eğer
Yûnus aramızda ise korkmayın! Şâyet gitmiş ise, azap bizi helâk edecektir!” dediler. Son derece pişmân olmuşlardı. Yürekleri, yaptıkları yüzünden nedâmetle dolup taşıyordu. Çünkü azâb-ı İlâhî iyice yaklaşmıştı. Ne yapacaklarını bilemez bir hâlde büyük bir tevbe iştiyâkı içerisinde sâlih bir zâta koştular. O da: “-H enüz azâbın gelmesine iki gün var. Şimdi şu yüksek tepeye (tevbe tepesine) çıkın! Birbirinizle helâlleşerek gasbettiğiniz hakları sâhiplerine iâde edin! Ardından Yûnusun Rabbi için kurbanlar kesin ve bundan büyük-küçük, zengin-fakir herkes yesin! Sonra ellerinizi açın: «Ey Yûnus’un Rabbi! Biz tevbe ettik. Sana inandık. Yûnussun peygamberliğini de kabûl ettik. Yûnustu bulduğumuz an, 0″ndan Senlin emir ve yasaklarını
öğrenip tatbik edeceğiz!» diye yalvarın!..” dedi. Ninovalılar gözyaşları içerisinde bütün bu söylenenleri yerine getirdiler. Allâh Teâlâ da “Rahmân” ismi şerifi ile onların tevbelerini kabûl etti ve azâb-ı İlâhî, üzerlerinden kaldırıldı. O gün Cuma olup âşûra günüydü. Bu husus, Kur an- 1 Kerîm’de şöyle anlatılır: “Hiçbir şehir ahâlîsi yoktur ki, (yeis hâlinde) îmân etmiş olsun da, bu îmânı ona fayda versin! Ancak Yûnus kavmi müstesnâdır ki, bunlar îmân edince, kendilerinden dünyâ hayâtındaki rüsvâlık (perişanlık) azâbmı uzaklaştırıp giderdik ve onları ecelleri gelinceye kadar (yaşatıp)faydalandırdık!” (Yûnus, 98) imansızlıkları sebebiyle helâke dûçâr olup da tevbe ederek kurtulan tek kavim, Yûnus -aleyhisselâm-’ın kavmidir. Bu, lutf-i İlâhînin farklı bir tecellîsidir ve Yûnus Sûresinin pek çok âyet-i kerîmeleri, rahmet-i Rahmân’ın azâb-ı İlâhîden daha ziyâde
olduğunu beyân eder. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Zünnûn”u da (zikret)! O öfkeli bir hâlde geçip gitm işti…” (el-Enbiyâ, 87) Zünnûn, Hazret-i Yûnusun lakâbıdır. Balık sâhibi mânâsına gelir. Ona bu lakab, kendisini balık yuttuğu için verilmiştir. Yûnus -aleyhisselâm- şehirden ayrılınca Dicle N ehrinin kenarına geldi. Bir gemiye bindi. Kur an-ı Kerîm’de buyrulur: “Hani O, dolu bir gemiye binip kaçmıştı.” (es-Sâffât, 140) Gemi, hareket ettikten bir müddet sonra suyun ortasında durdu. Onu bir türlü yürütemediler. Batacakları endişesiyle durumu uğursuzluk sayarak gemide günahkâr birinin olduğunu düşündüler. Bunun kim olduğu husûsunda kura çektiler. Kura Hazret-i Yûnusa çıktı. O da başına gelen bu işin bir imtihân olduğunu fark
ederek tevekkülle: “-Evet, o âsî kul benim!” dedi. Ancak gemidekiler, onun hâlinden sâlih bir kimse olduğunu anlayarak kurayı birkaç defa yenilediler.
Fakat hepsinde de netîce Yûnus -aleyhisselâm-’a çıktı. Nihâyet çâresiz bir şekilde: «Herhâlde bu kulun bir suçu olmalı!» diyerek Hazret-i Yûnus’u suların içine bıraktılar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Gemide olanlarla karşılıklı kura çektiler de (Yûnus) kaybedenlerden oldu.” (es-Sâffât, 141) (O), Biz’ im kendisini aslâ sıkıntıya uğratmayacağımızı zannetmişti…” “Yûnus kendini kınayıp dururken O” nu bir balık yuttu .” (es-Sâffât, 142)
Artık Hazret-i Yûnus, bir balığın karnındaydı. O rası karanlık bir yerdi. Kendisi henüz canlı idi ve şuuru da yerindeydi. Cenâb-ı Hak balığa, Yûnus’u yaralamamasını ve onun kemiklerine zarar vermemesini emretti. Yûnus -aleyhisselâm-, İlâhî takdire rızâ göstererek Rabbine teslim oldu. Âyet-i kerîmede bu hâl şöyle bildirilir: “…(Ve) karanlıklar içinde (Yûnus, pek üzgün bir şekilde hâlini Rabbine şöylece arz etti): «Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen”i tenzih ederim. Gerçekten ben, zâlimlerden oldum!»” (el-Enbiyâ, 87) Bu sırada balığın karnında bazı sesler işitti, bunun ne olduğunu merak etti . Allâh Teâlâ da, kendisine balığın karnında olduğunu vahyetti ve şöyle buyurdu: “Ey Yûnus! Bu sesler, denizde zikreden canlıların sesidir.” Hazret-i Yûnus, içinde bulunduğu bu zor ve sıkıntılı şartlar altında bile, her zaman olduğu gibi Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ve zikirden geri kalmamaya gayret etti. İstiğfâr ve duâ ile meşgûl oldu. Melekler onun durumuna muttali olduklarında kendisi hakkında Allâha şefâatte bulundular.
Nihâyet Cenâb-ı Hak, Hazret-i Yûnusun da: “Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen”i tenzih ederim. Gerçekten ben, zâlimlerden oldum!”diye çokça teşbihi üzerine bu mübârek peygamberinin işlediği zelleyi affetti: “Bunun üzerine O’ nun duâsını kabûl ettik ve 0″nu kederden kurtardık. İşte Biz, müzminleri böyle kurtarırız.” (el-Enbiyâ, 88) Bu affın yegâne sebebi, Yûnus -aleyhisselâm-’ ın çokça teşbihiydi:
“Eğer Allah’ı tesbîh edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.” (es-Saffât, 143-144) Yûnus -aleyhisselâm-, Rabbini zikretmesi, hatâsını idrâk etmesi ve tevekkülü sâyesinde kurtulmuştur. Bu hâli, kendisi için büyük bir rahmet ve nimet vesilesi olmuştur.
Mühim bir husustur ki, Yûnus -aleyhisselâm-, kavminin helâki için verilen kırk günlük mühlete 37 gün sabretmiş, üç gün sabredememişti. Buna mukâbil, Allâh Teâlâ da O nu balığın karnında sabır tâliminden geçirmek gibi büyük bir imtihâna tâbi tutmuştur. Sonunda Hazret-i Yûnusu içinde yüce bir emânet gibi taşıyan balık, Allâh’ın emri ile O’nu sâhile bıraktı. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Hâlsiz bir vaziyette kendisini dışarıya çıkardık. Ve üstüne (gölge yapması için) kabak türünden geniş yapraklı bir nebat bitirdik.” (es-Sâffât, 145-146) Balık onu çıkarıp sâhile bıraktığında, Yûnus -aleyhisselâm- zayıflamış, bitkin, hasta ve himâyeye muhtaçtı. Vücûdu, pelte hâlindeydi. Hava da oldukça sıcaktı. Allâh Teâlâ, onu güneşin yakıcı ziyâsından koruyacak geniş yapraklı bir bitki bitirdi. Onun gölgesinde sinek türünden bir haşerat da yoktu. Ayrıca Cenâb-ı Hak, bu bitkiden Hazret-i Yûnusa süt damlattı. Hazret-i Yûnus, kendisini toparlayınca, Ninova’ya yöneldi. Şehre yaklaştığında bir çobana rastladı. Kavminin hâlini sordu. Çoban olanı biteni anlattı. Kavminin îmân edip tevbekâr olduğunu ve böylece Allâh’ın kendilerini affettiğini
bildirdi. Şimdi herkesin Yûnus -aleyhisselâm-’ın İlâhî emirleri bildirmek üzere gelmesini beklediğini söyledi. Hazret-i Yûnus’un döndüğünü haber alan kavmi, hemen O nun yanına geldiler. O esnâda Yûnus -aleyhisselâm- namaz kılmaktaydı. Namazdan sonra kendisini hasretle kucaklayıp özürler
dilediler. Hazret-i Yûnus da, af ve müsâmaha ile davranarak onlara Allâh’ın emir ve yasaklarını öğretti. Bundan sonra kavmi, Allâh’a ve peygamberine itâat hâlinde, mesud ve iyilik üzere bir hayat yaşadılar. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Sonunda O’na îmân ettiler. Bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar yaşattık.” (es-Sâffât, 148)
Hak bir dâvânın sâhiplerine, sabırlı, sâkin ve azimli hareket etmek düşer. Yûnus -aleyhisselâm-, kavminden son derece bîzâr olduğu için eleminin şiddeti sebebiyle İlâhî vahyi bekleyemeden oradan ayrılmıştı. Bu ise, bir bakıma sabırsızlık ve acelecilik olmuştu. Zor şartlar içersinde bile olsa, böyle bir davranış, kendisi için bir zelle idi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, Mekke müşriklerinin zulüm, eziyet ve cefâlarına tahammül etmiş, hicret hakkında İlâhî emir gelinceye kadar sabırla beklemiştir. Allâh Teâlâ da, aynı zamanda bir duâ mâhiyetinde olan İsrâ Sûresinin 80. âyetinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-e şöyle izin verdi: “Ve şöyle niyâz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana tarafından hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!” Cenâb-ı Hak, Yûnus -aleyhisselâm-’ın kavmini
izinsiz terk etmesi sebebiyle de, Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimize tebliğ vazifesindeki sıkıntılara sabretmesi husûsunda şöyle buyurmuştur: “Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle! Balık sâhibi (Yûnus) gibi olma! Hani O, dertli dertli Rabbine niyâz etmişti. İnâyet Rabbinden CTna bir nimet yetişmemiş olsaydı O, mutlaka, kınanacak bir hâlde ıssız bir diyara atılacaktı. Fakat ardından, Rabbi Onu seçti (vahiy verdi) ve 0″nu sâlihlerden kıldı.” (el-Kalem, 48-50) Yûnus -aleyhisselâm-, Allâh’ı çok zikredenlerden olduğu için balığın karnında kıyâmete kadar kalmaktan kurtulup dışarı çıkarılmaya lâyık görülmüştür. Bu sebeple âyet-i kerîmede “Hâlsiz, hasta bir vaziyette kendisini dışarı çıkardık!” buyrulmuştur. Kalem Sûresinin 49. âyeti, Yûnus -aleyhisselâm-’ın balığın karnından dışarı çıkarılmayı hakettikten sonraki durumuyla alâkalıdır.
Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan mânâya göre, eğer Allâh Teâlâ, Hazret-i Yûnusun tevbesini kabûl ederek yeniden vahyetmek sûretiyle O nu tebliğ için kavmine tekrar göndermeyi murâd etmeseydi, elbette O, ıssız bir yere, hoşa gitmeyecek bir durumda bırakılacaktı. Lâkin tevbesinin kabûlüyle affa mazhar oldu ve kurtuluşa erdi. Artık balığın karnından, hiçbir nebat ve binânın olmadığı ıssız bir yere çıkarıldığı zaman, O, kınanmış ve fenâ bir hâlde değildi. Sâffât Sûresinde belirtildiği gibi, maddî bir hâlsizliğe dûçâr olsa da, lutf-i İlâhîye nâil kılınarak kısa zamanda şifâyâb oldu. Sıhhati kendisine iâde edildi. Çünkü O, Rabbinin affına ve merhametine nâil olmuş ve seçilmiş sâlih bir peygamberdi. Yûnus -aleyhisselâm-’ın fazileti hakkında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, -kendileri için bir tevâzû ifâdesiyle birlikte- şöyle buyurmuşlardır: “Hiçbir kula «Yûnus
bin Mettadan daha hayırlıyım.» demek yakışmaz!” (Buhârî, Enbiyâ, 35; Müslim, Fedâil, 166) [1] Ninova şehri, Dicle Nehrinin kenarında, şimdiki Musul civârında bulunmaktaydı.